2009’da yine karmakarışık bir dönemimde adım attım ilk olarak hispaniklerin toprağına. O günden beri bir Balkanlar vardır benim için, bir de İber memleketi. Kendimi rahat, hatta ait hissediyorum buralara. (Makedonya Üsküp gezi notlarıma burdan ulaşabilirsin.)
Endülüs’e geçerken yine Madrid’de inip ordan otobüsle devam etmiştim ama gezme fırsatım olmamıştı. Bu sene ise 4 günlük kısa sehayatimde, şuursuzca “Acaba Barcelona’yı da 3 saat süren hızlı trenle gidip görebilir miyim? Vakit yeter mi?” diye düşünsem de gidiş geliş vergi dahil 99 euroya aldığım rüya gibi uçak biletimi düşününce hızlı trene 130 euro bayılmak çok da anlamlı gelmedi ve vazgeçtim.
Madrid Seyahatim vol 1‘ de de anlattığım gibi uzun uğraşlardan sonra vizemi kıl payı alabildim ve seyahat günü, hiç sevmediğim şekilde alacakaranlıkta uyandım, zira uçağım 8’deydi.
O saatte taksi bulduğuma dua etmeliyim tabi ki ama o da ayrı bir maceraydı gerçekten. sabahın 5’inde müşteri beklerken uyuyakalan amcayı cama deli gibi vurarak uyandırabildik. Bindiğimdeyse huşû dolu ses tonuyla bir adam sır kapısı tadında bir program yapıyordu, araya ilahiler de girmeye başlayınca “Abi rica ediyorum şu istasyonu değiştirir misin? uyuyakalıcam yoksa” dedim. “Haa tabi tabi” dedi ama bu sefer de Türk Sanat Müziğinin en yavaş tınılarıyla vardır havalimanına.
Sağolsun arkadaşım Yunus, tüm genişliğiyle Boarding Time’a 1 saat kala geldi ve beni panik içinde bıraktı. Yavaş yavaş yürüyerek geldi bi de :) Kafeye gidip birer filtre kahve aldık, biraz başımı koyup gözlerimi dinlendireyim derken sanırım şuursuzlaşmışım, isimlerimizin “son kez” anons edilmesiyle belki 700-800 metre koşup araca yetiştik. Herhalde Madrid uçuşuna en erken gelip uçağı kaçıran ilk kişi olabilirdim.
3 buçuk saat sonra Madrid havalimanına indik, çok büyük ve karışık bir yer(neyse ki havalimanından şehrin haritasını-sokakları, metro istasyonlarını ve gezilecek mühim yerleri içeriyor-hemen alabiliyorsunuz.), tek başıma olsaydım kaybolmak şaşırtıcı olmazdı. Ayrıca Yunus’un yön bulma yeteneği havalimanında da metroda da sokaklarda da nerdeyse hatasız doğrulukta çalıştığı için pek kaybolmadık. Fakat Yunus şehir merkezindeki hosteline doğru giden metroya, bense bir başkasına bindiğimde tabii ki olaylar gelişti.
Aslında, yanında kalacağım arkadaşım Miraç’tan tam tarif almıştım ama akıllı ben, gerek yok nasılsa kafa dinlemeye gidiyorum kimse bana ulaşmasın diye telefonumu yurt dışına da açtırmamıştım.
8 numaralı pembe hatta binip Nuevos Ministerios’ta indim. sağa-sola gibi notlar amıştım ama sağda bazen not aldığım isimleri bulamayınca karıştırdım. Fakat havalimanından çıktığınız anda İspanyolca’ya sahip olmak şartmış gibi doğru dürüst ne bir tabela var, ne de ingilizce konuşmaya gönüllü bir yerli yardımsever…
-Affedersiniz, Rios Rosas caddesine hangi çıkıştan çıkıp gidebilirim?
Anlamsız bakışlar. Burası değil diye kafa sallamalar. Ve hatta intermediate ingilizceme hakaret olarak “I don’t speak Deutsch” deyip beni mat edenler… Başka bir şey yok. Hatta bir kadıncağız beni anlamasa da “Rios Rosas’ı” anlayıp beni omzumdan çekiştirmek suretiyle başka bir metroya aktarma yapılan yöne doğru itti. Ama biliyorum ki doğru yerde indim. Neyse, bir amca bana çat pat “burada değil başka bir metroya daha binip Rios Rosas’da inmelisin” dedi. Biletimi de almakta zorlandığım makinede yardım etti ve ben 2 metro daha değiştirerek Rios Rosas’a geldim.
Çıkışta evin numarasını, artık kimseden cevap alamayınca bir büfeci amcaya önce umutsuzca ingilizce, sonra ispanyolca olarak ezberlediğim tek cümle olarak Rios Rosas’ı bana tarif eder misiniz?
Amca el işaretleriyle aradığım numarayı gösterdi ve ben zilde tanıdık ismi görmek bir sürprizmiş gibi sevindim, artık bulamayacağımı düşündüm çünkü.
O da gelmeden havalimanındayken mesaj attığımız için çoktan gelmem gerektiğini düşünüp endişelenmiş ve Nuevos Ministerios çıkışında yarım saat beni beklemiş. Sonra mesaj attığım numarayı arayıp Yunus’a ulaşmış, o da geniş bir arkadaşımız olarak “boşver sen eve git o bulur nasıl olsa kapıda kalmasın” diyerek iyi bir şey yapmış çünkü zaten ben karışık tarifler sayesinde evin çevresinde kocamaan bir “U” çizip, aynı mesafede ters yöndeki başka bir istasyondan çıkmışım. Kulağımı ters tutturan bütün o teyzelere ve amcalara selam olsun :)
İlginçtir, Miraç çok da tanıdığım biri değildi. 4-5 yıl önce Belçika’lı bir arkadaşımın aracılığıyla bir kafede tanıştığım ve belki 2 saatin sonunda “kesin görüşmeliyiz” diyerek ayrıldığım biri. Eşi de son derece tatlı ve sıcak bir insan. Ve en sevdiğim yanı da diğer ispanyollar kadar yüksek sesle ve çok konuşmuyor.
Biraz dinlendikten sonra Miraç’la ben Yunus’la akşam üstü merkezde buluşup şöyle bir turladık.
Madrid’e giriş kapısı olup, orijinal ismi Puerta de Alcala imiş.
Türkiye’de beton binaların içinde yaşarken farkındalığımız iyice ölüyor. Buradaysa durum aksine. Şehirde nereye baksam muhteşem yapılar vardı ama beni benden alan yapı, Metropolis binası oldu. Gran Via Caddesiyle Alcala caddesinin kesiştiği yerde konuşlanmış, aşık olunası bir yer. Mimarı Raymond Fevrier’i saygıyla anmak istiyorum bu noktada.
Ve diğerleri…
Yorgun argın bir akşamın ardından Grand Via turumuzu tamamlayıp eve döndük. Ve uzun zamandır görüşmeyen dişiler arası çılgın sohbet gecesinden sonra öğle saatlerinde uyanıp yeniden gezmeye başlayabildim, Miraç’ın tarif ettiği gibi Sol meydanına çıkıp Mc Donald’s ın önünde tam sözleştiğimiz saatte Yunus’u beklemeye başladım. 10-15 dakikadan sonra etrafta dolanıp doğru yerde olup olmadığımı anlamaya çalıştım. Hemen metronun karşısındaki sokak içinde telefon görünce aramaya karar verdim. (Public telefonlar gittiğim her yerde farklı çalışıyor. Kimisi bozuk parayla, kimisi jetonla/kartla çalışırken örneğin Selanik’te para ödeyip aldığınız fişteki kod numarasını telefona tuşlayarak arama yapabiliyorsun.) fakat yakınlarda büfe de olmadığından nasıl arama yapıldığını birilerine sormaya çalışsam da pek yüz vermediler. Sonunda 3 genci durdurup sordum. Konuştukları dil ispanyolca olmadığı gibi tanıdık bir dil de değildi, ama gözleriyle ayak bileklerimden başlayıp yukarı doğru bakışlarına bakarsak çok da iyi niyetli şeyler söylemediler. Cevap vermek yerine Romen misin, Bulgar mısın gibi sorular sorduklarını fark edip hemen uzaklaştım. Sonra öğrendim ki Mc Donald’s’ın sokağı biraz enteresan bir yeriymiş Madrid’in, pek tekin değil anlayacağınız.
Neyse, arkadaşım kendini sanata kaptırıp yolda fotoğraf çeke çeke geldiği için gecikmiş. Yeniden düştük yollara.
Bu kez gündüz gözüyle metropolis binası ve sağda zamansızlıktan ziyaret edemediğim müzelerden biri.
Plaza de Cibeles. Cibeles Meydanı, Real Madrid Kutlamalarının yapıldığı yermiş. Kutlama vakitlerinde mahşeri bir kalabalık oluyormuş.
Adım başı müze, her kafanı kaldırdığında bi kuş heykelleri bişeyler. Plaza Espana diğerlerine göre daha az şık bir binaydı. Düz ve sade geldi bana Metropolis’in ardından…
Zannediyorum en çok saygı gören ve gerçekten iyi para kazanan sokak sanatçıları İspanya’da yaşıyor. Hepsi bir şeyler yapıyorlar, kimi böyle kostümler giyiyor-bu arada kostümün içindeki ablamızın boyu epey kısaymış- kimi de cam bardaklarla müzik yapıyor. Bazıları fotoğrafı çektirirken “ne verirsen” diyor, bazılarınınsa fiyatı belli. “2 euro please” tabii onlar da diğer milliyetçi hispanikler gibi sadece para isterken ingilizce konuşuyorlar.
Retiro Park’ta yağmura yakalansak da böyle güzel bir peyzajı bir daha göremeyeceğimize göre sistit olmaya bile değerdi. Arkadaki kocca yapı ise Almudena katedrali.
Bir anma töreni vardı burda ama ne olduğunu malesef anlayamadık ingilizce konuşana yine rastlayamadığımız için.
Bu arada kiliseler de modaya uymuş, artık mum yakılann yerde gerçek mumlar yerine muhtemelen pille çalışan mumlardan var. hatta gerçeğe yakın olsun diye sanki sönecekmiş gibi azalıp artarak yanıyor.
Kare şeklinde turladığınızda yine eski yerinize, sol meydanına geliyorsunuz. Gün boyu tabii ki çok çok acıktım ama malesef bir iki dilim füme ya da pastırma haricinde pork yemeye cesaret edemedim.
Ve yemek bence çok pahalı. İçinde tırnağım büyüklüğünde bir iki karides bulunan paella (bir çeşit pilav) 11 euro. Bildiğin bir tabak pilava da yaklaşık 25 TL vermek benim yapacağım bir şey değil. Yanında sangria içtik, o en ucuz şey zaten. KFC’nin bir iki ekonomik menüsü var 2-3 euroya ama çok da doyurucu değil. onun dışında Türkiye’deki Mac Donald’s larda ya da KFC’de bir menü 15 TL ise, orda da aynı menü aynı gramajla 15 euro. Paranın değerine göre değil, rakamı görüp direk çevirmişler yani bizimkiler, iyi de olmuş,
Akşam Miraç ve eşi bizi flamencoya götürdü. Merkezin epey uzak bir yerindeki küçük bir kulüp. Fakat epey iddialılardı. Cumartesi gecesi en iyi dansedenler çıkacaktı. Sokakta egzersiz yaparken “ğhorğhe” ile tanıştım. İsmi George imiş, bi tuhaf söylüyorlar burda ama adam bildiğin “Yorgo” aslında. Atina’dan kalkıp buralara gelmiş, ispanyol dansını onlardan iyi yapar olmuş. Sonra da gitarcıyla tanıştık. Bu tanışmaların her birinde kendimi çok muhafazakar hissettim. Çünkü kız ya da erkek yeni tanıştığım kişilerle el sıkışmaktan öteye gitmekten hoşlanmam ama burda sıcakkanlı insanların huyları da bi değişik. Erkekler kızlarla tanışırken muhakkak öpüyorlar. Ben de kalakalıyorum her seferinde. Neyse, bu flamenco gitaristi de taa İran’dan gelmiş. Yine en iyi ispanyol gitar çalan bir Fars yani.
Kızlarımız da Raquel ve Fulanita, sahnede birer ateş parçası.
Önce şişman bir amca, şarkı söylüyor İspanyollara özgü klasik nödüllü gırtlağıyla (ki muhteşem), sonra dans başlıyor.
Şarkı söyleyen abiyle de tanıştım, Miraç’la ispanyolca bir şeyler konuştular, Miraç’a, “Gördüğüm ikinci Türk kızı ve ikiniz de üzerine edebi eser yazılabilecek güzelliktesiniz” demiş. Hayatımda duyduğum en güzel iltifatlardan biri ve en güzeli de adam bunu asılmak için söylemiyor, gidip işine baktı sonra.
Son günümüzü de kültür ve sanata adadık. Miraç önderliğinde önce Avrupa’nın en önemli sanat müzelerinden Reina Sofia’ya gittik.
4 katlı, eline danışmadan isteyeceğin planı alman şart. O kadar çok eser var ki hepsini görmen için tüm gün bile yetmeyebilir, o yüzden biz gerçekten görmemiz gerekenleri seçtik, bunlar da genel olarak Dali ve Picasso eserlerinden oluşuyordu. İçeride acaip sıkı bir de güvenlik var. Hiç bir yere fazla yaklaşamıyorsun yoksa hiç de kibar olmayan görevliler sözlü bile değil elle müdahalede bulunabiliyorlar.
Picasso resimleri gördüğünüz gibi kendini belli ediyor zaten. Herkes az çok kafasında oturtturduktan sonra ilk kez gördüğü bir tablo için bile “bu Picasso’nun” diyebilir.
Son olarak da tam adıyla “Pablo Diego José Francisco de Paula Juan Nepomuceno María de los Remedios Cipriano de la Santísima Trinidad Ruiz y Picasso”nun 19 yaşındayken yaptığı ilk dönem portrelerinden biri. D
Ve Salvador Dali’nin elinden kankası yönetmen Luis Bunuel’in portresi.
.
Tam Un Chien Andalou filminden bahsederken projeksiyonla tablonun hemen yanına duvara yansıttılar filmi, bilindiği gibi ilk sürrealist film, çok kısa ama ineğin gözünü kesme sahnesiyle insanların aklında epey yer etmiş bi film. Bu arada yorgunluktan yere oturmak istedim, görevli anında kaldırdı. Ama nedense bu ablaya bir şey demedi :)
Bazı bölümler biz geldiğimizde kapalıydı… Örneğin Picasso’nun kübik portresini göremedim. Bir de özel bölüm vardı, en değerli eserlerinden Guernica’nın fotoğrafını kat’i surette flaşsız dahi çektirmiyorlardı ama “turistim, anlamıyorum bebeğim” ayağına yatıp bir yamuk kare çektik.
Müze çıkışı oyalanaa oyalana bu kez de klasik eserler müzesini görmeye gittik, çünkü “turistler akşam 6’dan sonra bu müzeyi ücretsiz ziyaret edebiliyorlar, herkeşler sanat görsün diye” gibi bir laf duyulmuş biyerlerden. Ve 5:30 gibi vardığımızda müze kapanmıştı :/ Klasik eserleri her zaman tercih etmişimdir. Bir dahakine inşallah diyor ve devam ediyoruz fellik fellik gezmelere.
Son günümüzü de böyle tamamladık ve veda vakti geldi. Muhteşem vakit geçirdim ve kesinlikle özleyeceğim bir şehir.
Havalimanında bu kez yanımda Yunus olmadığından ve tabelalar çoğunlukla ispanyolca olduğundan ve güvenlikler bile ingilizce bilmediğinden, yanımdan geçerken Türkçe konuştuğunu duyduğum fötr şapkalı amcalardan yardım istedim, onlar da İstanbul’a dönüyorlamrış, düştüm peşlerine. Adam bir yerde dönüp beni acı gerçekle yüzleştirdi, “sizin bekleme salonunuz burası. İyi günler.” Zaten kendilerinin Business Lounge’a ait oldukları her hallerinden belliydi.
Yüksek enerjili lise ergenleriyle birlikte bekliyorduk alanda, belli ki bir spor etkinliği için gelmişler, hocaları başlarında. Bi an bi infial oldu, ne olduğunu anladık sonra hep beraber
“HOCOOOM!! ORDO TURONLO ÖMRÖ BÖLÖZOĞLU GÖÇÜYOO!”
Arda, müstakbel nişanlısı Sinem, anası babası ve Emre Belözoğlu da uçaktaymış efendim. O ağır takılan kelli felli hocaları bile hoplaya zıplaya gittiler fotoğraf çektirmeye. Adamlara gerçekten hiç bir yerde rahat yok.
Nihayet kendimi havalimanı metrosuna binerken malesef ait olduğum yerde Anadolu’nun bağrında hissettim, o inenlere yol vermeyip kapının ortasında bekleyen caanım insanlarımla. Kültür şokum kısa sürdü, geriye sadece Madrid magnetlerim kaldı…
PS: Burdaki arkadaşın anlatımıyla Madrid’de mükemmel şekilde örülmüş metro ağında nereden çıkıp nasıl gidileceği daha bi açık seçik ifade edilmiş, gitmeden önce print edilesi.
Ve tabii ki Madrid’in simgesi olan (manasını tam kavrayamasak da bankaların logolarında falan da var) ayı heykelinin önünde fotoğraf çektirdik, rivayete göre burda fotoğraf çektirirsen yine Madrid’e gelirmişsin…
Özlemle bekliyoruz bu “yaşanır” şehirde yeniden bulunmak için.