İşaret Dili Eğitimi ve Bir Takım Güzel İnsanlar…

Yazın 1,5 ay boyunca Kadıköy’deki Tasarım Atölyesi ve Engelsiz Pedal Derneği işbirliğiyle gerçekleştirilen İşaret Dili Eğitimine bir arkadaşım vasıtasıyla katıldım. Ve gerçekten işaret dili dışında da işitme engelliler hakkında da çok şey öğrenmiş oldum.

Bu eğitime hem işitme engelliler hem de bizler katıldık. İşitme engelli arkadaşlardan bir tanesi kendini tanıtırken bir yandan tercümanın söylediği cümle bizi şaşırttı: “Biraz İngilizce biliyorum” insan ilk etapta bir gülümsüyor önce. Ben şahsen dünyanın her ülkesinde işaret dilinin farklı olduğunu, onların da yabancı işaret dilini öğrenebildiklerini bilmiyordum. Uluslararası bir işaret dili varmış fakat sanırım çoğu kişi bilmiyormuş. Bir yandan dili öğrenirken tabii arada onlarla ilgili bazı bilgiler, sunumlar da gerçekleştirildi…

10516607_578064552310370_173261362478234195_n

İşitme Engelliler öğretmeni, bir kaç şey anlattı, içimizi acıtan…

Bir engelli öğrenciyle geçen bir diyalog mesela:

Napıyorsun, nasıl anlaşıyorsun ailenle, onlar biliyor mu işaret dilini?

Kardeşim anlıyor, biraz da konuşuyor, annem de biraz anlıyor ama kardeşim tercüme ediyor babamla hiç konuşmuyoruz…

Bir işitme engelli, tercümanla yürütülen bir cinayet davasından müebbet hapis cezası almış. Temyize gittiklerinde başka bir işaret dili tercümanıyla dava görülmüş ve cezası 4 yıla indirilmiş. Sırf para kazanmak için üstünkörü çeviri yapan o tercüman rahat uyuyor mudur acaba? Ve buna benzer çok örnek var, benim tüylerimi en çok diken diken edenlerden biri de şu; aile içerisinde tecavüz vakaları bir şekilde duyulup karakola vs yansıdığında mağdur kişinin çevirmeni de abisi, babası, akrabası.. Belki de suçu işleyen kişi. Davalar böyle aile içerisinde kapanıp gidiyor ve bu insanlar defalarca o iğrençlikleri yaşayıp kimseye anlatamayarak hayatlarını sürdürüyorlar.

Bir işitme engelli kadının Sağlık Bakanlığı’na yazdığı mektubu da okudular.  Eşi ve çocuklarıyla hastanede yaşadığı sorunları, kendisinin “engellilere tanınan öncelik” olmasına rağmen içeri alınmayıp azarlandığına ve ilgilenilmediğine dair. Hiç bir şey anlamadık mektuptan. Hatırladığım kadarıyla geçmiş, gelecek zaman kalıpları ve evde, evden gibi kelime ekleri de yok onların dilinde. “ben hastane gitti doktor olmaz der benim koca çocuk gelır orda almazlar içeri” tarzında cümlelerdi. Derdini bu kadar anlatabildiği için uğralıp bir işitme engelli tercümanıyla tekrar şikayetini sundu mu bilemiyorum… Noter işlemi yapılacağı zaman da bazı işaret dili tercümanları son derece keyfi ve uçuk rakamlar istiyorlarmış kendilerinden. Tabii ödemek zorunda kalıyorlar.

Şimdiyse işaret diliyle beraber, bize öğretmenlik de yapan 4 tane arkadaşımız da olmuş oldu engelsiz pedal derneği ve tasarım atölyesi sayesinde. Bu arada Engelsiz pedal sadece bu eğitimi düzenlemiyor. Önünde makam koltuğu bulunan isikletlerine atlayıp, zihinsel ve bedensel engellileri alıp İstanbul’da güzel bir boğaz havası aldırıyorlar örneğin.

Konuyla ilgili bir videoyu şurada bulabilirsiniz 

Bir görme engelli arkadaşla birlikte bu kez tandem bisikletleriyle Bodrum’a kadar gittiler. Her mola yerlerinde yiyeceklerinden konaklamalarına kadar onlara destek olan güzel insanlarla da tanıştılar. Bir görme engelli bisikletten zevk alır mı diye düşündüm bir an, sonra “rüzgarı ilk kez yüzümde hissettim” cümlesini duyunca O’ndan, sorumun gereksizliğini anladım… Son olarak da adalete dikkat çekmek için Avrupa’dan Türkiye’ye seyahat eden omurilik felçli bisikletçi Funda Müjde’nin hikayesiyle gündeme geldiler. Ekip O’nu, kara sınırı kapısında karşılayıp, Hollanda Konsolosluğu’na kadar bisikletleriyle eşlik etmeyi planlarken Taksim Meydanı’nda Türk Polisi bu grubu “sakıncalı” buldu ve İstiklal Caddesinden geçişlerini engelledi. Konuyla ilgili haberi burada bulabilirsiniz

Engelsiz Pedal’cılar bu gibi projelerle ses getirmeye devam edecek gibi görünüyor.

Ve O’nlara bu konuda farkındalığımı arttırdıkları için özel bir teşekkür.., Sayelerinde İşitme Engellilerin hayatına biraz daha yakından bakabildim.. İşaret diliyle birileriyle anlaşıp o anda yardım edebilirsem, onların hayatlarına en ufak bir dokunuş yapabilirsem bir gün, gerçekten mutlu olacağım. Ulaşmak isteyenler içinse derneğin facebook sayfası şudur  (Fotoğraflar TAK’ın sayfasından alınmıştır)

Eylül; Cenin Pozisyonundan Çıkmak Zamanıdır…

Şubat ayında doğmama rağmen asla bir kış çocuğu olamadım. En azından iklimsel bazda. Hava azıcık eser, benim burun kızarır…

Ama şunu net olarak söylemek isterim ki, sonbaharın ve kışın gözünü seveyim. Yaz geldi mi herkese bir hararettir çöküyor, hiçbir şey yapası gelmiyor insanın. Müzeler, kültür merkezleri etkinliklerini ya kesiyor ya da da ağırdan alıyor.  Hele arkadaşlarının yıllık izinlerine kendi boşluklarını denk getirip bir tatil de yapamadıysan benim gibi, eylülü göz yaşlarıyla karşılamak işten bile değil. Şöyle bir “neler oldu bitti” diye yazmak istedim ben de, eylüle kavuşana kadar.

16 Temmuz Zorlu PSM Mercan Dede Konseri

zorlumercan

Mercan Dede’yi ilk kez 2012’de İstiklal Caddesi’ndeki Borusan’da dinlemiştim. Kendisinin ekip kurma becesini her zaman takdir ettim. O konserde misafir sanatçı olarak boy gösteren Mert’ten önceki yazılarımda bahsetmiştim sanıyorum. Kendisi yaşına göre takdire şayan bir perküsyoncu. Cafer Nazlıbaş’ı da bu konserde keşfetmiş ve kemâne nasıl ağlatılır ve hâttâ ağlatır öğrenmiştim.

Zorlu PSM konserinde ise yine Mert ve Ergün Şenlendirici ekipte ve as oyunculardandı. Sololarını dinlemek de büyük keyif oldu. Görsel açıdan da doyurucu bir konser oldu. Anjelika Akbar sahneye ilk geldiğinde kendi parçalarını çaldı, ardından zannediyorum hep birlikte bir doğaçlama performansı izledik ve kadın-erkek semazenlerden de bir performans sunuldu.

mercan-dede-konserleri-680x448

Harbiye Açıkhava’da tadından yenmez Tarkan, bülent Ortaçgil ve Birsen Tezer Konserleri

images (1)

Harbiye Açıkhava benim konser anlamında vazgeçilmez mekanım. o atmosferi bulabildiğim başka bir yer yok. Bu sene de Tarkan ve Bülent Ortaçgil&Birsen Tezer performanslarını kaçırmadım. Birsen Tezer dinlerken yoga yapmayı deneyeceğim bir gün, zira ben sessiz ya da enstrümental müzik eşliğinde değil sadece yönlendirmeli meditasyonla konsantre olabiliyorum ve bu kadın sesiyle insana sıkı sıkı sarılmak için doğmuş ve şarkı söylüyor adeta. Tek eleştirim, biraz daha özenli hazırlanması yönünde. Saçları ve makyajını kendi yapıyor sanırım, dev ekranda yüzü çok yorgun ve solgun gözüküyor. Ha, ben gözümü de kapatır dinlerim, o ayrı. Ve belki düet olduğu içindir ama bir “Hoşgeldin”i bizden esirgemese daha hoş olurdu. Bülent Ortaçgil desen yine tonton, yine “kafamı karıştırmayın” derdinde:) Kendi kafasında bir sıralaması var, e ordan burdan çığlık çığlığa şarkı istenmesinden de yoruluyor artık… Velhâsıl son derece keyifli usul usul dinledik kendilerini… (foto: istanbul.com)

tarkangece

Tarkan’ı ise ilk günlerde ve son günlerinden birinde performansının farklılığı yüzünden ona bir şey söylemek istemiyorum ama bana kalırsa enerji açısından çok farklıydı. 8-9 gün neredeyse durup dinlenmeden konser vermesinden mütevellit anlaşılabilir bir durum. Ama o dekor neydi öyle, evlerde bile bulunduramadığımız 30 yıl öncesinden kalan bir halı, kalın kırmızı kadife perdeler, kristal avizeler… 80’lerde akraba ziyaretine gitmişiz gibiydi. Tarkan’ın özel isteğiymiş bu konsept. Ayrıca görsel anlamda tek yaptığı ritme göre sahneye verilen dumanlar ve ara sıra aşağıya inip tekrar yukarıya çıkarılan avizelerden ibaretti. Kendi dansına lafım yok ama çok baygın ve sıradan durmuyor mu artık bu sadelik… Bir ara perde kapanıyor sadece kendisi sahnede kalıyor ve diyorsunuz ki “bir şey olacak herhalde sahnede bir değişiklik yapılıyor” şarkı bitince perde aynen açılıyor :) Bari beklenti içerisine sokmasalar…

Bununla beraber protokoldekileri selamlayıp, fazlaca övgüde, aşırı sevgi gösterilerinde bulunmamasıyla ve sahnenin her yerini adım adım dolaşıp en arkadaki seyirciyle bile göz teması kurması, fotoğraf çekilirken durup uzun uzun poz vermesi tabii ki onun tatlı mütevaziliğinin eseri ve her ahvâlde yine gönlümüzü alma sebebi..

Sırçacı 14, Swedish Coffee, Cem Karakuş Parti, Postkolik Parti

Uzun zamandır görüşemediğim sevgili arkadaşım Cem Karakuş’un sevimli Vespa’sının arkasına atlayıp ordan oraya koşturdum bu 1 ay içerisinde.

Kendisi bir blog açıp 6 ay içerisinde kazandığı ivmeyle neredeyse bir Vedat Milör’e başat kariyer edinecek gibi duruyor. Sadece gurmelik eylemez kendisi. İyi yemek yapar,  iyi müzikten de anlar, et terbiyesinden de. (Ünlü makarna salatasını haftada 3  kez yapsa, sanırım tabak bile kullanmam.)

1919658_852229828120725_4169030279560854254_n (1)

Ara sıra bana pantolonumun paça boyuna uygun ayakkabı tavsiyesi vermeyi de ihmal etmez. Merak edenler www.cemkarakus.com u ziyaret ederse pişman olmaz.

Cem’le ilk ziyaretimiz Sırçacı 14’e oldu. Burası Yeniköy sahilinde yer alan bir mekan. İlk bakışta dikkatimi çeker miydi bilmiyorum. Ama mönüsünde; sunumundan tadına, her şeyiyle harika atıştırmalıklar bulundurduğunu söyleyebilirim.

bb74185a74d2326f7cae2047e9086fbaÖzellikle somonlu avokado hala aklımdan çıkmıyor. Böyle yumuşacık bir lezzet olamaz.

Mücverler de evdekinden farklı, sosuyla birleşince ayrı bir şahane tada dönüşüyor.

c6fb4dadf3eee7e1c719b1a332b0cff9

Mekanda, ödüllü ve sevimli bir barmenin ellerinden değişik kokteyller içme fırsatım da oldu. Bloody Mary’si gerçekten muhteşemdi. Kadehlerin kenarındaki patlayan şekerlere olan özlemimi görüp bir paket de patlayan şeker armağan etti kendisi bana:) Son olarak lychee ve çilekle yapılan Coco Berry’sini de denemekte fayda var.

4c9e12e2d05493033734e9c46aa5c127

Lychee ile daha yakından haşır neşir olmam gerek, o ne güzel meyvedir öyle!

Swedish Coffee Point

IMG_5046

Mest olarak ayrıldığımız bir başka mekan da Cihangir’deki küçücük ama şık “Swedish Coffee Point” hoşsohbet bir beyfendinin işletmeciliğinde açılmış, filtre kahveleri mis, tatlıları mutluluk hormonlarını tavan yaptırırken suçluluk duygularını da aşağı çekiyor; zira kalori bombası değil son derece sağlıklı lezzetler de var. Yulaflı çikolata topunun tarifini umutsuzca sordum, tabii ki vermedi Cem bey.

Rumelihisarı La Bottega Birsin-Cem Karakuş Parti

Cem-Karakuş-620x348

Gelelim Cem Karakuş Partisi’ne. LA Bottega Birsin’de 10 eylülde pek tatlı bir kitleyle bir araya geldim sayesinde. Cem şefin makarnasına dalıp kutumubu eşliğinde eğlenceli fotoğraflar çektirdik. Gecenin sonunda yapılan çekilişle. Barbare şarapları, Zomato, Funkin Mojitos kokteylleri hediyeler dağıttı. Benim de artık Funkin Mojito kokteyl paketim var. Henüz denemedim, hediye shakerımı kullanmak bakalım ne zaman nasip olacak.. Eğlenceli karelerden stopmotion bir özete buyrun…

Kokteyl workshop @Juno Nişantaşı; alkol sonrası bilmeniz gerekenler… 

10612900_10152740832924810_8165885858307731670_n

2 gün sonra bu kez Nişantaşı’nda Bacardi eventindeydik. Deneyimli bir barmen olan Öztürk Koca’dan hem yeni bilgiler edindim, hem de bildiklerimi doğrulamış oldum. Örneğin alkolden önce içilen zeytinyağı pek de iyi bir fikir değilmiş. Ve gecenin sonunda kahve içmek de öyle. Bundan böyle kimsenin ağzına Türk kahvesi fincanı dayamamak gerekli, kahve ertesi sabah için yapılacak bir şey. Bunun yerine bol su içilebilirmiş. Ve domates suyu da mideye iyi geliyor. Ayrıca bulabilirseniz bir aspirini suda eritip içmek de iyi bir etki yaratıyor. Alkol alırken yerimizde sabit durmak, dans etmemek de masada sağlam kalanların arasında olma ihtimalimizi güçlendiriyor, biliniz.

Önce bir mojito ve enfes atıştırmalıkların ardından mini tarih dersiyle beraber bir Cuba Libre kokteyli hazırladık ellerimizle. Ve yine en güzel fotoğrafı çekene Bacardi’nin bir hediyesi vardı. Ne olduğunu göremedim açmadılar ama :)

Ardından Postkolik’in partisine geçtik. Bu arada Postkolik’ten ilk kez haberdar oldum ve son sayısını dikkatle inceledim, son derece kaliteli, her yerde bulamayacağınız kültür-sanat haberlerini, etkinlikleri uğraşmadan sizin için hazırlıyorlar.

10407869_10152741228184810_5011161802386412571_n

Fazlaca duman altı kaldığımdan ben erken ayrılmak durumunda kaldım ama kalanların çok eğlendiğini duydum.

Diyeceğim o ki eylül iyi ki geldi. Güneş enerjisiyle çalışan biri olarak umarım bu şekilde mevsimsel depresyona girmeden atlatıveririm bu dönemi…

Ve hem bu güzel fotoğraflar hem de beni evdeki cenin pozisyonumdan çıkartıp insan içine soktuğu için de Cem Karakuş’a teşekkürü bir borç bilirim.

Şile vs Kabakoz

PhotoFunia-1c75e3cNihayet bir defalığına, zaten gereksiz olan yarım günlük mesaim kendi kendini imha etti. iş arkadaşımın hastalığı nedeniyle kendi kendimi de cumartesi ofise gitmekten  kurtardım!

Bir gün önce iptal etmek istediğim motorsikletle Şile’ye gitme planımı erkene aldım ve vakitlice yola çıktık. Motorla ilk tecrübem, hevesimi kırmak istemeyen kuzenimin sevgilisinin beni alıp Moda’dan Kadıköy’e getirmesiyle olmuştu. Ama mevsimlerden kıştı, ve hayatımın en uzun farenjitini yaşadım. İkincisiyse Gayrettepede ahmak ıslatan yağmurunun altında adres sorduğum kuryenin halime acıyıp beni kebapçı motoruyla gideceğim yere bırakmasıydı. O da 3 dakika sürmüştü.
PhotoFunia-1c946cb
Evet, motorsikletle ilk kez uzun yola çıkacaktım, fakat tam bir extrem spor cahili gibi çok bol şortlu tulumumla gitmiştim.
Tam da tahmin ettiğim gibi yolda binek araçlarından kamyonlara kadar çeşitli şoför ve yolculara, çeşitli bölgelerimden dekolteler verdim. Verdim ama neyse ki kasktan dolayı çok utanmadım.
Kafam doludur. Odaklanma problemim vardır. Bu durumdan nefret ederim. Otobüsle bi yere gidiyorsam, mesela o yolun 10 dakika süreceğini biliyorsam dalıp gitmelerimin ardından sıçrayarak kendime gelirim ve “1 saat olmuştur kesin geç kaldım” diye düşünürken daha 5 dakika olduğunu fark ederim. Yoga yap dediler, hoca gevşettikçe gevşetti; salonda uyuyakaldım. Spora git dediler, koşu bandında 8’le koşarken kafamın içinde bir takım insanlarla, kalp kırıcı monologlu tartışmalar yaşadım.
Diyeceğim o ki dostlar, Motorsiklet adamı ensesinden tutup sarsıyor bu anlamda. Tek düşünebildiğin şey tutunmak… Kurabildiğin tek hayal “şuracıkta kaza yaparsak ne olur?” Olsun, bu da benim için yeterliydi. Hatta bir süre sonra korkum geçtiğinde ellerimi yana açma artistliğinde bulunmaya kalktım ki kollarım o hızla 90 derece arkaya doğru kıvrılınca tekrar tutundum kalbim delice çarparken.
Kıvrıla kıvrıla Şile’ye geldik.
kabakoz
İlk istikametimiz Kabakoz’du… Şile’ye bağlı ve enteresan bi şekilde sonradan keşfedilmiş bir yer değil, Şile’nin en eski yerleşim yerlerinden biriymiş burası. Bizden başka kimse yoktu.
En güzel yanı da Şile’nin aksine burada suyun durgun olmasıydı.
 Hazırlıklı gelmiş olan arkadaşlarım sayesinde, şnorkellerimizle su altını görme fırsatımız da oldu. Keşke yosun ve su altı bitkisi fobim olmasaydı da kayalara yaklaşabilseydim. Tam fotoğraflık bir yer.
Günün sonunda kendi çöplerimizi toplarken tabii ki gezi ruhuna nail olan insanlar olarak deodorant, sabun, çocuk terliği, çamaşır suyu, bira kutusu gibi, gelenlerin güzelim sahile atmakta sakınca görmediği garip çöpleri de topladık.
2013-08-03 18
Buranın köylüsü olsam turistler buraya inmesin diye elimden geleni yapardım herhalde.
Ardından Şile’ye geldik. Daha önce 1-2 kez gelmiştim. Aklımda pahalılığıyla ve hatır hutur ısıran su böcekleriyle kalmıştı. Hiç çekici gelmez o yüzden.
Çadırda kalmaktan kıl payı kurtulunca burada ne pahasına olursa olsun çatılı ve duvarlı bir yerde kalmayı kabul ettim. Kaldığımız yer, gönül isimli tatlı bir ablanın eviydi.Evin numarası yok, konaklama yeri olduğuna dair hiç bi şey yok. Sanırım sadece bilenler geliyor buraya. Kendileri alt katta yaşıyorlar, üst katlarsa kirada.
Çatı katına çıktık. Bilseydik burada rakı balık yapardık dedirten cinsten bir balkonu var, tam Şile limanını görüyor.
IMG_20130803_210900 A çatılı yerlere de ayrı bir sempatim vardır zaten.
O odayı daha fazla yaşamak isterdim açıkçası, fakat gezeceğimiz yerler olduğundan güzel bir kahvaltıyla odaya veda ettik.
İlk kez gördüğüm Şile Feneri gerçekten güzeldi Hatırladığım kadarıyla daha önce fener de görmemiştim zaten. Müzeye dönüştürülmüş aynı zamanda. Gerçekten güzel bir yer.
PhotoFunia-1c76d5b PhotoFunia-1c66759
Sonraki durağımız Akçakese oldu. Plaja yanaştığımızda yandaki arabadan bir abla seslendi Ve benim bir Belgin Doruk havasına bürünmemi sağlayan canım güneş gözlüklerimin yola savrulduğunu, farkında olup olmadığımı sordu.
Paramparça olmuşlardı tabii. Bir daha motora binerken gözlüğümü tişörtüme asmamam gerektiğini de öğrenmiş oldum.
Akçakese, Şile’nin pahalılığından epey nasibini almış bir yer. İstanbul yakınlarındaki herhangi bir günübirlik kaçış mekanı. Çardakta masa kiralamak 30, 2 şezlon bi şemsiye edinmekse 25 TL’di. Çeşme’yle aynı nerdeyse. Gölgeye mecbur olduğumuz için paşa paşa aldık tabii.
Denize ikinci girişimizde, arkadaşımın baldırında kocaman bir böceği görünce sudan nasıl çıktığımı şaşırdım, her yerimiz yüzlerce böcekti. Hayrettir ki beni ısırmadı. Denize son girişim, kavrulup kızarmamın da sebebi oldu bu böcekler.
Vakitlice toplanıp, çok bol şortunu giyip, güneşin altında kızdırılmış ikibuçuk litrelik kolalarını höpürdetirken beni, onu, tüm kadınları izleyen bir takım hödüklerin markajından çıktım.
son durağımız Karamandere, Saklı Göl oldu. Ördekli, kazlı, inekli, keçili, yılanlı gerçekten doğanın içinde şukela bir yer inşa etmişler. Masadaki güpgüzel böcekler de cabası. Makro objektifimiz bize şahane kareler edindirdi.
PhotoFunia-1c9f454 Fiyatları da uygun sayılır. Köye giriş çıkışta yerimiz olsa mutlaka köy yumurtası ve organik sebzelerden alırdım. Araçla gidenlerin aklında olsun.
Dönüş yolculuğumuz nispeten daha soğuk bir havada olduğundan sıkıca giyindim ve motorsikletle imtihanım da Kadıköy Deniz otobüslerine geldiğimde, beni kas gevşeticilere havale ederek son buldu. bi daha uzun yola motorsikletle gider miyim? giderim.
PhotoFunia-1c6487d

2012 Yaz Hatıratı

Yaz geldi. Yepyeni aktivitelere gidesim var, ama bir yandan da pek tadım yok açıkçası.
Geçen yaz neler yapmışım şöyle bir göz attım kısaca eğlenceli, enteresan anları yazmak istedim.
Rock’n Dark Festival
Hiç aklımda yokken arkadaşım Yunus ve öğrenciyken uzun saç siyah tişörtle gezen, şimdilerin takım elbiseli mühendis arkadaşlarıyla gittim bu festivale. Saat 18:00’da başlıyordu. Şöyle bir göz attık, etraf nerdeyse bomboştu. Hemen yandaki G-Mall’a gidip kafesinde oturduk. 19:30 gibi alana döndüğümüzde kaçırdığımız bir şey de olmamıştı açıkçası. Yarışma elemelerinde dereceye girip bir kez daha sahneye çıkan grupları uzaktan dinledik. Bu arada ilk kez mısır unuyla ve minik küp patateslerle kaplanmış çöpte sosis yedim. Çok lezzetli ama bolca kaloriliydi. Melis Danişmend çıktı sahneye, kendisi candır şarkıları eğlencelidir ama popülasyon dolayısıyla mı nedir enerjisi pek yoktu. Herkes sahnenin en uzağındaki çimlere uzanıp takıldı Ta ki Duman grubu sahne alana kadar. Duman gerçekten iyiydi ve insanları ayağa kaldırabildi.
Rock FM’den bir yetkili, sahne aldı, birkaç espri kılıklı laf söyledikten sonra ilk kez gördüğüm bir şey yaptı. Üçüncüyü açıkladıktan sonra ikinciyi açıkladı. Birinci anons edilmedi yani, adamların heyecanı kursağında kaldı ikincilerin kafası karıştı. Neva Grubu, 2. Olduğu için epey üzgündü. Birinciliği elde eden Ahali grubu da dijital albümünü bitirmiş duyduğuma göre. Hayırlısı.

Efes Pilsen One Love Festival

Bir cast görüşmesinde tanıştığım menajer arkadaşım Veli’nin vasıtasıyla Ahali grubunun sahne alacağı Efes Pilsen One Love Festival’e katılmak üzere ilk kez Bilgi Üniversitesi kampüsü içerisinde yer alan Santralistanbul’a gittim. Ve malum durumu öğrendim. Hükumet, orası kutsal bir mekandır ve burada alkol alamazsınız gibi bir açıklama yapıp festivali sabote etti. (işin tuhafı satralistanbul’un yakınında bir camii, mescit, ne bileyim türbe değil, Osmanlı zamanının su deposu gibi bir şey var, nasıl bir kutsallık atfediliyorsa bilemiyorum artık.) Saçma sapan bir şekilde Efes Pilsen yazısının üzeri kapatılıyordu. Ve son ana kadar bildiği halde açıklama yapmayan Anadolu Grubu, içeride alkolsüz bira sattı gece boyunca. İşin garibi “rahatsız oluyor” dedikleri Eyüp halkı Santralistanbul’un kapısına gelmiş, dışarıda içip mekana dönmek üzere duran yüzlerce kişiye sıcak biraları 10 TL’ye kakaladılar bi güzel.
Neyse, Damien Rice ve Kaiser Chief’s şahane performanslarıyla kaçan tatları biraz yerine getirdiler.

Bu arada alternatif sahnenin oraya yemek yemeye gittiğimizde, “ezan sesinin üzerine söylesek mi söylemesek mi” kararsızlığıyla söylenen şarkılar ve dolayısıyla bir kakafoni vardı. Aslında santralistanbul bunun için gerçekten uygun bir mekan değildi bunu da görmüş olduk.

Onca tweet, onca “noluyoruz?” boşa gitti maalesef. Neyse ki sahne arkasında normal bira alabilme şansı vardı.
Tarkan Konseri, Harbiye Açık Hava


Veee.. Onca sevdiğim, bayıldığım adam, Tarkan’ı izlemek ilk kez kısmet oldu. Gerçekten bakışıyla gülüşüyle sesini kullanışıyla “dudu dudu” albümünü görmezden gelirsek en sevdiğim adam!
Sağolsun, organizasyonda yer alan arkadaşım Banu sayesinde Harbiye Açıkhava konserlerine son 3 senedir olduğu gibi iştirak edebiliyorum.
Ama konserler o kadar doluydu ki ek konsere girebildim zorla. Çok ama çok kalabalıktı. Ve her konserde göremeyeceğiniz şekilde anaokullu çocuklardan yaşlı dedelere, ev hanımlarına, iş adamlarına kadar herkes orda! Arkadaşım Yunus’la beraber merdivende bize ayrılmış olan yere yerleştik, birilerinin bacaklarının arasına  Zaten herkes birbirinin kolunun altında ya da bacaklarının ortasına oturuyor.
Efendime söyleyeyim konser başlamadan önce bir alkış kıyamet koptu ve en ön sırada biri kalkıp el salladı. Kıvanç Tatlıtuğ imiş, takmış koluna Azra’sını gelmiş.. Eh dedik, olur öyle. Sonra ikinci alkış kıyamet kopunca gerçekten kim olduğunu merak ettim; çıka çıka… Ali Ağaoğlu çıktı..
Alkışlayanlardan birini çimdikleyip sorasım geldi: ”Arkadaş elin müteahhitini neden alkışlıyorsun, albümü mü var dizi mi çekiyor da biz bilmiyoruz neyin hayranısın yani orman arazisine diktiği binaların mı?” Sanırım Sinan Çetin’in işine saygı duyduğum tek andı bu an.
Vee.. Nihayet Tarkan teşrif etti. Yine tatlı, yine coşturucu, yine sesine can feda… Ama şunu fark ettim ki Tarkan’dan sonra sahnenin bir yıldızı daha var, gitarcısı, Can Şengün. Sahnede bir süre gözümü ondan alamadığım doğrudur. Sonradan fotoğraflarına baktım gözü ağzı burnu normal bi adam ama aurası gözüme gözüme parladı bu adamın, o kadar söylüyorum!
Sevdanın son vuruşu, adımı kalbine yaz, unutmamalı gibi enn güzel şarkılarını yine söyledi, tabii Orhan Gencebay albümünde yer alan Hatasız Kul Olmaz şarkısını da. Neyse, son şarkı da coşturucu bir şeydi -yanılmıyorsam Ajda Pekkan’la düet yaptıkları “Yakar Geçerim” olmalı-konser bitti, herkes alkış kıyamet  tabii, Tarkan perdenin arkasından bir saniye bile kımıldamadığını bilir gibi sahnenin arkasından kafa uzatıp bi abuk hareketler yaptı. Bir yanı çocuk herhalde bu adamın. Sonra bisi hangi şarkıyla yapsa beğenirsin?
http://www.izlesene.com/video/tarkan-hatasiz-kul-olmaz-harbiye-konseri-28-agustos-2012-hd-kalitede/6529519
“Hatasız Kul Olmaz” o kadar enerjik şarkının içinde bunu seçmişti. Sonunu beklemeden sucuğumuzu köftemizi kapıp taksi bulmak üzere erkenden ayrıldık.  Karizması sadece kamera karşısında galiba. Ama tabii Tarkan yine de Tarkan’dır, candır. Yeri hala doldurulamaz bence ne Murat Boz, ne başkası.
Ajda Pekkan Konseri  Açıkhava/Turkcell Kuruçeşme Arena

Ajda Pekkan’ı defalarca izledim, geçen yılki şovunun artık tekrara düşmekten öte, yeni bir şeyler yapma çabasındayken son derece basitleşmekten öteye gidemediğini söyleyebilirim.

Önce haziran gibi Açık Hava Tiyatrosu’nda izlemiştim ,pek bir özelliği yoktu.

bir kaç hafta sonra müzisyen arkadaşım Gökay’ın davetiyle bu kez Kuruçeşme Arena’da girdik konsere arkadaşım Cem’le. Feci kalabalıktı. Yine “Sardı Korkular”, “Aynen Öyle” “Yakar Geçerim” dinledik. Bu arada “size bir sürprizim vaaar” dedi ve eline bir fotoğraf makinesi geçirdi,

“hep siz mi beni çekeceksiniz biraz da ben sizi çekeceğim, kaldırın elleri, poz verin (klik) waaw bir daha alıyorum (klik) waaw bi daha alıyorum (klik) waaw” Sürpriz buymuş. Sonra da onu arkasındaki dev ekranda gösterilen twitter mesajlarının yanına ekledi.

Bir zaman sonra yorulup deniz kenarındaki bölüme kurulmuş olan ekrandan izledik oturarak programını. Birden arkamızda korku filmlerindeki gibi bir gölge yükseldi. Umarım çevresinde imaj danışmanı falanı filanı sadece kostümlerine değil sahne şovuna da müdahale eder ve alüminyum folyoyla kapladığı inşaat vincinden şarkı söylemesinin hiç estetik durmadığını ona anlatabilir.


Kenan Doğulu Konseri  Harbiye Açıkhava
Yine Harbiye Açıkhava, yine Banu sağolsun, Harbiye’nin en enerjik, renkli konseri yine Doğulu Bros tarafından gerçekleştirildi.
http://www.videooloji.net/komedi-ve-eglence/harbiye-kenan-dogulu-konseri
Özellikle 3. Dakikadaki sahne şovu beni hayran bıraktı gerçekten. Şarkı da eğlenceliydi. Bal gibi’yi yine duygusala bağlayarak izledik nedense… Finalde senelerdir vazgeçemediği gibi Murat Çekem’le karşılıklı solo atıp kendilerini de tatmin etmiş oldu sanıyorum. Ben o kısımlarda gerçekten çok bunalıyorum.
Ve Kenan Doğulu, Nef Bebeköy
En güzel etkinliklerden biri de arkadaşım Ece’nin davetiyle gittiğim Fuse Tea’nin Nef Bebeköy’de yapılan lansmanıydı. Coca Cola, Pepsi’nin Lipton Ice Tea’si karşısında Nestea’yi tutturamayınca Fuse Tea’yi piyasaya sürmüş.
Bebeköy, Bebek sırtlarında yer alan eski bir Fransız yetimhanesinin restore edilerek organizasyonlara ev sahipliği yapan bir mekan haline düşünmüş hali. Ve gerçekten harika bir fikir.

Buradaki maskelerle biz de bol bol poz verdik.

Ceylan Çapa, Doğa Rutkay, Kenan Doğulu, Burak Özçivit, Fırat Çelik gözüme çarpan selebritiler arasındaydı. Bu arada buzlu çaylarla yapılan mohitolar gecemizin sonunu biraz trajikomik hale getirdi. “Amaağn zaten çoğu çay bunun çarpmaz” dememek lazım.
İlhan İrem Konseri
Yine Ece’yle gittiğimiz bir konser.  Gerçekten çok anlamam babalarımızın dönemindeki bir çok grubu dinlemedim şu yaşıma kadar. İlhan İrem’i de dinlemişimdir ama tek bi şarkısının sözlerini söyleyebileceğimi sanmıyorum.

Ustalara saygı diyorum, çok bir şey söylemeyeyim diyorum bu konuda. Ama yıllar sonra sevenlerin kalkmış oraya seni dinlemeye gelmişse en azından birazcık özenilseydi.  Duyduğum kadarıyla orkestra önceden prova bile yapamamış notaları paylaşmak konusunda sıkıntı olduğu için. Provasızlık, detonelik, kıyafet seçimi,belki ses sisteminin azizliği,şarkı sözlerinin unutulması falan derken, çok ilgilenmedim ben bu konserle. Zaten kendisinin de keyfi yok gibiydi, gergindi. Bi ara da sahnede bir köşeden diğerine koştururken ayağı takıldı yere kapaklanacak diye herkesin ödü koptu. Neyse ki düşmedi.
Üzgünüm ama yine bu etkinliğin en güzel kısmı Kuruçeşme Arena’nın güzelim atmosferiydi. Umarım otel yapılmadan önce arenadan denizi ve karşı kıyının muhteşem görüntüsünü bir kez daha izleyebilirim.
Bi’ Büyük Fest

bibuyukfest
Yine arkadaşım sağolsun, Ece’yle gittiğim bir diğer festival. Geçen yazın en iyilerinden. Tam bir gazino havası yaratılmıştı Kuruçeşme Arena’da. Basına ayrılan bölüm bistro tarzıydı. Masaların olduğu bölüme bayağı fix menü servisi yapılırken biz rakı ve köfte ekmek hakkımızı aldık.

bi-buyuk-fest1 gazinomasalarbibuyukfestbibuyukfestaksamustu
Fakat hayatta rakıyı köfte ekmekle falan içebileceğimi zannetmiyorum. Dayanamayıp masalara servis yapan garson arkadaşlara yanaştım ve kibarca ücreti neyse verelim en azından bi beyaz peynir alalım canım kardeşim dedim. Sonraki sahne şuydu.
Ben basına ayrılan bistrodan şaşkın bakışlar arasında geçerken arkamdan 2 garson meze tabakları ve böğürtlen soslu dondurmalı tatlılarıyla arka masaya kadar yürüdüler benimle, “zaten fazlagelmiş bu tabaklar abla” dediler, o gecelik namımız yürüdü sayelerinde :) iyi ki şansımı denemişim !

Aslında Göksel’in bölümünün büyük kısmını kaçırmıştık ama bir “Yalnız Kuş” dinlemeden ayrılmadık oradan neyse ki,  sonra Gökhan Tepe çıktı sahneye. “Demli Şarkılar” konseptine bayıldığımı söyleyebilirim. Kendi şarkılarının dışında popüler arabesk şarkılarından yaptığı kokteyl lezizdi gerçekten.  Aklımda kalanlar; “Ölürsem Kabrime Gelme”, “Kim Bilir”, “Senin Olmaya Geldim”, “Tanrı İstemezse”, ”Ben de Özledim”, “Batsın Bu Dünya”, ”Mutlu Ol Yeter”
Ve gecenin en komik anlarını da sayın Tepe sayesinde yaşadık! Adnan Şenses’i sahneye davet etti ve yan yana çömelip oturdular, şarkıyı hatırlamıyorum “Neden saçların beyazlamış” olabilir; Gökhan Tepe mikrofona şarkı söylerken bir yandan da Adnan Şenses’e doğru eğildi ama adamcağız da mikrofonu elinden alıp şarkıyı söylemek istedi. adnansenses

Ve bildiğin 15-20 saniye mikrofon çekiştirdi bu ikisi. Yahu bırak, başka mikrofonunuz mu yok, adamcağız gönlünce söylesin şarkıyı.
Ve Emel Sayın teşrif ettiler sahneye, olabildiğinde kısa tuttu programını, ve süresinin çoğunu da konuşarak, şarkı düşünüp seçmeye çalışarak geçirdi sağolsun. Biz yine o esnada taksi bulma savaşlarında öne geçmek adına geceyi sonlandırdık.

IMG_3497
Berabersek Her Yer Tekirdağ Festivali

PhotoFunia-8632a9
İşte favorilerimden biri! Tekirdağ Rakı sponsorluğunda Santralistanbul’da harika bir festival geçirdik! Yine basın bölümünden giriş yaptığımız festivalde sahnede Bekir Ünlüataer’li  “Eşref Saati” vardı. Sesine ayrı, şarkılarına ayrı saygı duyuyorum bu adamın.
1 meze tabağı, 2 duble rakı ve 1 tabak mangal hakkımızı söke söke kullandıktan sömürdükten sonra bolca dans ettik 9 8’lik ritimler eşliğinde.

PhotoFunia-862f5e

bizzeheryertekirdagmangalEşref saati’nden sonra sahneye çıkan Trakya All Stars ve Burhan Öçal da sağ olsunlar 4-5 şarkı söyleyip 45 dakikanın sonunda sahneden ayrıldılar. Keşke Eşref Saati sonda çıksaydı dedirttiler!

Candan Erçetin Harbiye Açık Hava Konseri

Yürüyen zarafet yine aldı götürdü bizi Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda.  İlk yarıda her zamanki gibi en romantik, en can alıcı şarkılarını koyu renkli dar tuvaletinin içinde kuğu gibi seslendirdi Candan’ım. Sensizlik, Elbette, Müzik bensiz kalacak…
Ve o sıralarda verilen şehitler için harika sesiyle “Yiğidim Aslanım”ı söyleyip tüylerimizi diken diken etti…
Ve ikinci Kısımda da çıplak ayaklarıyla, fırfırlı kıyafetleriyle Balkan stayla coşturdu bizi, bir “Zeytinyağlı Yiyemem Aman    “ olsun, bir “Vay benim halime” olsun bunları Candan’dan dinlemek gerçekten bambaşkaydı. Bi de bu kadın için “ağzı çılgınca bozuk, öyle böyle değil” diyenler var, şaşırıyorum, gözümde canlandıramıyorum…

2012 yazı böyle geçmiş.. Dolu dolu geçmiş. Emeği geçen herkese de müteşekkirim, zira tamamen misafir olarak geçirmişim diyebilirim.

Nevrotik Hanımın Otohipnoz Denemeleri


Dediğim gibi, küçüklüğümden beri , çok meraklıyım bir takım bilimsel ve bilim dışı deneyimlere. Duru görüye, levitasyona vs kaçınız inanırsınız bilemem ama artık hipnoz bilimsel bir şey ve ameliyatlarda bile anestezi yerine kullanıldığı yerler var.
Ben, otohipnoz (yani kendi kendini hipnoz edebilme) diye bir şeyin mümkün olduğunu öğrendiğimde havalara uçmuştum ve sevgili uzmanıma ilk kez bunu öğrenmek için gitmiştim.
Otohipnoz, bilinçli bir hipnoz çeşidi tabii ki. Kendi kendimizi bilinçsiz hallere sokup uyanamamak biraz trajikomik olurdu zira.

424e49
Bunu gerçekleştirmek için, öncelikle loş bir odada, rahat bir koltuğa uzanmak ya da oturmak gerekli. Ama kollar, bacaklar, kafa rahat bir pozisyonda olacak. Ve tabii ki vazgeçilmezimiz; müzik… Bilinçli halimizde Demet Akalın’dan “Türkan”a bayılıyoruz belki, ama amacımıza pek uygun olmadığından, Youtube’dan meditasyon müzikleri diye aratmak iyi olabilir. Karunesh benim favorimdir bu anlamda. Hadi elime üşenmeyeyim, ekleyeyim.

Evde yalnız değilsek içerdekileri “bi efendi olun, sessiz kalın, kapımı da çalmayın” diye uyardık. Müziğimizi açtık, ışığımızı ayarlayıp koltuğumuza uzandık. Biliyorum zor ama, bir kaç dakikalığına “Faturayı ödemiş miydim?” “Berkay hala aramadı bak kim bilir nerde?” sorularını kafamızdan atalım, konsantre olabilmek çok önemli. Kendimizi tamamen rahat hissettiğimizde derin bir nefes alarak başlamalıyız.
Açın gözünüzü, doğrulun koltuğunuzdan iki dakika: bu araya sokuşturmam gereken bir şey var, aldığınız nefes her zamanki daracık nefes ise istediğim şey o değil. Göğsünüz yerine karnınıza çekmelisiniz. Diyafram nefesi yani. Hani yogada, şan derslerinde falan da kullanılır. Yapabildiğinizden  emin olmak için ayakta dururken karnımızın üzerine elimizi koyabiliriz, bir nefes alıp bakın bakalım göğsünüz mü şişip iniyor; yoksa karnınızın üzerindeki el, doğru yaptığınızı işaret ediyor mu… Aynı şekilde elinizi belinizin hemen üzerine koyarak da kontrol edebilirsiniz bu bölgeyi.Hadi yapamadıysanız bir de burayı izleyin…

İyi, çabucak öğrendiniz. Şimdi uzanıp gözümüzü kapatarak işte bu dediğim nefesi burnunuzdan çekip ağzınızdan vererek 10 kez tekrarlayın. Kendinizi yemyeşil çimlerin üzerinde kuş ya da suyun akış seslerini dinlerken düşünün. Hemen ayağınızın dibinde aşağı doğru inen bir merdiven görüyorsunuz. Merdiven, 10 basamaktan oluşuyor. Başlayın yavaş yavaş o merdivenden inmeye. Sesli olarak sayabilirsiniz bir yandan. Her basamakta 2 saniye durarak. 10…9…8…7..6..5…4..3..2..1…
Karşınıza bir kapı çıkıyor. Tamamen hazır olduğunuzda girin kapıdan içeri. Burası sizin zihniniz. Bomboş bir oda olmalı. Duvarların rengini, odanın şeklini siz düşünün. Ama aynı şu anki karmakarışık zihniniz gibi ıncık cıncık doldurmayın odayı. Belki 1-2 koltuk, (yine rengiyle şekliyle hayal edin.) Bir masa yeter.
Kendinize sormak istediğiniz sorular var mı? Sorununuz olan insanlar? Kalbinizi kırmış ya da öfkelendirmiş birileri? Odaya alın, karşınızdalar. Konuşun. Boşaltın içinizi. “Senin ben…” diye başlayıp küfür edin demiyorum. Yapabilecekseniz soru da sorun, kendinizi onun yerine de koyarak cevap verin… Bittiğinde size, rengine yine sizin karar vereceğiniz bir uçan balon vermesine müsaade edin. Ve sıradaki gelsin
Elinizde epey balon birikmiş olmalı. Şimdi tekrarlayın, “artık çok daha huzurlu, içim rahat bir şekilde bu odayı terk ediyorum.” Hazır olduğunuzda girdiğiniz kapıdan çıkın elinizde balonlarla. Bu kez yukarı doğru aynı yavaşlıkla çıkıyoruz merdivenleri. 1…2..3..4…5..6..7..8..9..10
Yine yemyeşil çimenlerin üzerindesiniz, yine kuş cıvıltıları duyuyorsunuz, rüzgarın yüzünüze vurmasına aldırış etmeden yakındaki tepeye doğru gidin.
Herkes için ayrı renkte balonlarınız elinizde. Balonlardan birini seçin…
“X…
Ben seni affettim. Ben kendimi affettim.
Sen özgürsün. Ben özgürüm.
Seni serbest bırakıyorum. Seni affediyorum. Hayatımda olman gereken dönemde bana eşlik ettiğin için teşekkür ediyorum. Şimdiyse seni sevgiyle gönderiyorum…”
Tahmin ettiğiniz gibi, balonu gökyüzüne bırakma zamanı…
Elinizdeki tüm balonları bıraktıktan sonra derin bir nefes alıp gözlerinizi açın.
Otohipnoz uzmanı değilim elbette, hatırladığım kadarıyla ve kendime göre yazdım ama özellikle içinde başkalarına karşı öfke biriktirenler için güzel bir yöntem. İlk başta yapılanlar ya da söylenenler komik gelebiliyor, dikkatimi toplayamayıp koptuğum çok oldu. Galiba ben kendi öfkelerime, öfkelendiklerime kıyıp da bırakamıyorum bir türlü. Ama bunu yanında göz yaşları içerisinde kalan insanlar olduğunu da duymuştum. Umarım tek başına yapabilenlerin işine yarar.
Sevgiyle, ışıkla efendim…

42538e

Fil’m@9 Kısa film Festivali İzlenimlerim

Geçtiğimiz Haftalarda Film Hafızası tarafından düzenlenen Kısa Film Festivali’nde Türk ve yabancı 8 kısa film seçkisini izledik. Elimden geldiğince filmleri ya da trailerlarını bulup toparladım burada.

Gizli Oturum

bize pek bişey ifade etmese de neticede kıymetli bir varoluşcu yazarın, Jean Paul Sartre’ın eseriymiş.

“Yavrucum” lafı bir insanın ağzında bu kadar emanet durabilir. Keşke cast seçiminde başrol oyuncu adaylarına “yavrucum” dedirtselermiş…

Sonraki film Abdulbaki’nin Jurnal filmiydi. Başrol oyuncusu Uğur Polat, keşke Gizli Oturum’da oynasaydım dedim açıkçası diye düşünse de bence gayet doğru bir karar vermiş, çünkü gösterilen en iyi kısa filmlerden biriydi bence.

“Otobüsler, içerlerinde çokca şey saklar. Cama yapışmış dünden kalma hikayeler vardır. Başımı dayadığımda duyduğum sesler bu lekelerden geliyor…”

Direk Aşk  tam bir yalnız, mutsuz kadın hikayesi, bir direk, benim diyen her Türk kadınının aklını çelebilir!

Renkler güzel, film tatlı, fikir Onur Ünlü’nün Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesinde kullanılmıştı gerçi, ve ben önce onu izlemiştim.

En naif, en tatlı filmlerden biri. Hırvatistan yapımı, Savaşın içinde büyüyen Martin’in hikayesi… sadece trailerını bulabildim.

Voice Over 

“Uzayın derinliklerinde yalnız, bir savaşta yürüyemeyecek kadar yaralı ve denizin derinliklerinde boğulmak üzere olabilirsiniz ama bir “ilk öpücük” hiç bu kadar zor olmamıştır.” Bir Martin Rosete filmi

Benim notum: İzlerken içim şişti!

Tıkanma, Gösteri Peygamberi gibi kitaplarla tanıyıp hayal gücüne aşık olduğum Chuck Palahniuk’un yine “vay arkadaş” dedirten hikayesinden uyarlanan, Andy Mingo yönetmenliğindeki Romance, bir şekilde bulunup izlenmeli!

The External World (2010)

“Yaşamın çok farklı konularına değinen, güzel göndermeler yapan, soluksuz izlenecek bir David O’Reilly animasyonu: The External World.”

Benim notum: animasyona bayılırım ama bu kadar itici olanını Yumurcak TV’de bile bulamazdım.

Gösterim sonunda, herkes dağıldı DJ performansıan hiç kimse kalmamış gibiydi. Keyifli bir gece ama bol sütunlu Ghetto’da boynumuz yamuldu, kolonların arkasında kalanlar olarak. Bir dahakine izlencemizi daha rahat yapabileceğimiz bir mekan bekliyoruz Film Hafızası’ndan…

Seyr-i Yorum “Yağmur Durduğunda” oyunu

okdaykorunan

Devlet Tiyatroları’nın oyunlarına çok gittim bu dönemde. Fakat tartışmasız en beğeni kazanan oyunun “Yağmur Durduğunda” olduğunu, sosyal mecralardan okuduklarımdan da destek alarak söyleyebilirim.

Oyuncular birbirinden şahane. Ali İpin, Rüçhan Çalışkur, Okday Korunan ve Şebnem Dilligil gibi yılların usta oyuncularını canlı canlı izleyebilmek güzeldi.

Oyunun yazarı Andrew Bovell, bu oyunla 2009 yılında 3 ödül kazanmış; Victorian Premier’s Literary, Queensland Premier’s Literary Award, Lucille Lortel Award. 

7 yaşındayken onu terk eden babasının peşinden yollara düşen Gabriel bulduklarından pek hoşlanmıyor. 3 farklı nesil izliyoruz sahnede. Başlangıçta her şey karışık, aklımda bir şeyler var ama flu. Biraz durağan buldum oyunun ilk perdesini, çoğu kişi gibi. Ama biraz daha sabretmektense evde oturup yetenek sizsiniz izlemek gibi çok önemli bi programı tercih eden tiyatro severler (!) ara verilmesini bile beklemeden salondan çıktı.  Çünkü açıkçası biraz zeka, biraz mantık yürütme istiyor bu oyun. Baştan sona dikkat istiyor.

Kurgu güzeldi. Sahne, ışık harikaydı. Oyuncular zaten başarılıydı. Genç Gabriel’i oynayan oyuncu hariç. Çok üzgünüm ama işin epey gerisinde kalıyor. Yine sosyal mecralarda da benzer eleştiriler okudum

gencgabriel

“Genç Gabriel belki o gün iyi gününde değildir diye düşündüm, Bir daha gittiğimde yanıldığımı anladım” diye düşünenler var benim gibi.

Bu arada yurt dışındaki bir sahne, benim izlediğimde yoktu.

Bir sahne daha tam canlandırılamamıştı ama onu söylersem tadı kalmaz diye kendime saklıyorum.

Sonuç olarak Devlet Tiyatrolarının en iyi oyunlarından biri, sezon bitmeden gidilip izlenmeli…

Aya İrini, Piknikçi Teyzeler eşliğinde Antakya Medeniyetler Korosu Konseri…

Başlığı ödünç veren iyi dost Mehmet’e teşekkür ederek girizgahımı yapıyorum. Hazır başlığa kondum.

Evet, dün akşam klasik “yiyelim içelim çılgın tempolarla coşalım” yerine huşû dolu bir cumartesi geçirmek kısmet oldu.

Bilmem ne kadar zaman önce Cem Hakko’nun düzenlediği, Vitali Hakko’nun ölüm yıldönümü anma gecesinde, Nakkaştepe’deki Vakko binasında  izlemiştim ilk olarak. Ama bir nevi yas programı olduğundan, molasız, sohbetsiz, metronomu düşük şarkılardan oluşan repertuarla hafiften kalp ritmimiz yavaşlasa da yine tüylerimizi diken diken etmişti Medeniyetler korosu.

Peki kimdi bu adamlar? Neden New York’tan Pekin’e, efendime söyleyeyim Paris’ten Oslo’ya Dünyayı turlayıp bir ilk olarak 3 dinden ve çokça mezhepten oluşan bir topluluk olarak kendi inançlarına ait ilahileri hep beraber söylüyorlar ve tek kuruş kazanmadıkları gibi bir de üyelik aidatı ödüyorlar?

Hem de bunca çeşitlilik içerisinde kin, kıskançlık, ihtiras, çekememezlik nasıl olmaz?

medeniyetlerkoroyılmazhoca

Galiba Ekibi toplayan şef Yılmaz Özfırat’ın da dediği gibi bunun için Antakya’nın toprağına basmak, suyundan içmek, sadece bir duvarın ayırdığı kilise ve caminin çan ve ezan seslerine kulak vermek gerek.

Kardeş Olun Ey İnsanlar, Ali Ali Mevla (Alevi), Azra-u Ummel İlleh (Ortodoks),Sarı Galin (Ermeni), El Adon (Musevi),Lav Da Te Dominum (Katolik), Salat-ı Ummiye (Suni), Yine Dertli Dertli (Alevi), Ya Rabbal Kuvvat (Ortodoks), Haleluya-Jubilate Deo (Katolik), Sasna Şaran (Ermeni), Hava Nagila (Musevi), Erler Demine (Suni),Dar Hejiroke (Kürtçe), Memleketim yer alıyor repertuarda, ama zaman değişebiliyor da.

Medeniyetler Korosu, tam bir butik kültür mozaiği örneği. Koro içinde rahipler, imamlar, rahibeler, kuyumcular, öğretmenler, öğrenciler, emekliler ve serbest meslek gruplarından kişiler var. Gönüllü olarak projede yer alıyorlar.

Bu güzel toplulukla tanışıklığım bulunması sebebiyle genelde davetiyeyle girilen bu konseri dinleyebilen şanslı azınlıktan oldum. Azınlık şanslı olsa da görgülü değildi malesef. Aya İrini gibi uhrevi bir mekanda, arkamda oturan ablayla oğlu, poşetten haşır huşur çıkardığı simite peynirini tereyağını özenle sürüp yedi konser başlayana kadar (neyse ki devam etmediler.)

Fakat sonrasında onlar öne geçtiğinde arkamıza yerleşen gruptan sonra o ablanın boynuna sarılasım geldi gerçekten.  Arkamızdaki grup belli ki, alelade günlerinde C grubu izleyici kitlesi olarak Müge Anlı veya Seda Sayan izlerken çekirdek çitleyen ablalar.

Olabilir, anlarım.

Ama ablacım, bu davetiyeyi sana kim verdi de sen konser boyunca gaarç guurç diye sandalye çekmekle kalmayıp  “Saaadeeeeğt!! EBBRUUUU!! GELİN GELİN BURADAN DAHA İYİ GÖRÜNÜYOR”

“ŞŞ BANA BAK TUVALETE Mİ GİDECEN?” diye birbirine ölümüne bağırıp seslenip kendini adeta evinde hissediyorsun?

O da yetmiyor, bir Allah u Allah olsun, bir Hallaluya olsun, güzelim ilahilere kendimizi kaptırmaya çabalarken telefonun acı acı çalıyor… (Çalabilir…)

Açıyorsun… (Açabilirsin, sessizce şu an konserdeyim sonra konuşalım dersin hani görünüşünün aksine ev hanımı değil de çok yoğun bi iş kadını falansındır belki.)

Ama… Konserin sesini bastırmak için kreşendoyla yükseldikçe yükselen iğrenç sesinle “OOĞLUUM YAĞIIZ.. NE OĞLUM? HEE TİŞÖRTÜNÜ MÜ BULAMADIN? ÇEKMECEYE BAAAAĞK ORDA GÖRMÜŞTÜM!” diye bağırmaya ne hakkın var ya?

Sonunda +-sonsuz sabırlı iyi dost Mehmet  daha fazla sandalye çekmelere, yer değiştirmelere “kaysana azıcık mehtap da otursun”lara dayanamadı, arkasını dönüp “ABLA BİZ KAYALIM… KAYALIM MEHTAP DA OTURSUN BİTSİN BU İŞKENCE” deyip beni benden aldı… Peki ablalar sustu mu? Hayır.

Bir tanesi hafiften mahçup olmuş taklidi yapsa da konser sonuna kadar biz “kırk yılda bir sosyal ortam görmüş ev teyzeleri”ne maruz kaldık malesef.

Konser biraz geç başlasa da, gönümüzü almayı bildiler. Bir genç hemşirenin solo seslendirdiği Bülbül Kasidesi çok güzeldi, İmam olan koro üyesinin de uzun hava tadındaki soloları ürpertti gerçekten.

Yılmaz Hoca, şarkıların arasında çok hoş fıkralar anlattı, özellikle Hahambaşı İsak Haleva’nın müthiş bir hoşgörü örneğiyle kendisine anlattığı musevi fıkraları muhteşemdi…

Yahudi bir kadın, torunuyla deniz kenarında oynarken, Allah’ın hikmeti, dev bir dalga gelir ve dalga, torununu da alıp gidince kadın yalvarır “Tanrım, ne olur torunumu bana bağışla!”

Yine Allah’ın hikmeti, dev bir dalga gelir, çocuğu kıyıya atar, kadın torununa bakıp tekrar yukarıya bakar “Tanrım, bunun çantası da vardı…”

Ülkenin en zengin ve saygın adamlarından biri, öldükten sonra 15 milyon dolarını 5er milyon olarak Papaz, İmam ve Hahama pay eder ve kendisi için bu parayı en iyi şekilde kullanmalarını ister. Ölümünden sonra mezarının başına papaz gelir,

“sizin adınıza 3 milyon dolara bir kilise yaptırdım, artık sizin adınız sonsuza kadar yaşayacak, geri kalan 2 milyon doları da mezarınızın başına bırakıyorum.” der.

İmam gelir bu kez

“Sizin adınıza 3 milyon dolara büyük ve heybetli bir camii yaptırdım. Adınız, bu cami ile sonsuza dek yaşayacak, geri kalan 2 milyon doları da burada bırakıyorum.”

Son olarak Haham gelir ve ” Sizin adınıza 5 milyon doların bir kısmını repoya koydum, bir kısmıyla altın aldım. Ve paranızı 10 milyon dolar yaptım, size faiziyle iade ediyorum” der, 4 milyon doları da alıp gider.

Bir başka fıkra:

Bir papaz, bir imam ve bir hahama sorarlar: gelen bağışları, ibadethanenize ve kendinize nasıl adilce pay ediyorsunuz?

Papaz: “Yere bir üçgen çizerim, parayı yere saçarım, üçgenin içinde kalan kilisenin, dışında kalan benimdir.”

İmam: “Yere bir çember çizerim, parayı yukarı doğru atarım, çemberin içindeki caminin, dışındaki benim olur.”

Son olarak Hahambaşı der ki: “Ben şekil falan çizmem, parayı alıp gökyüzüne doğru fırlatırım; tanrı alacağını alır, yere düşenleri toplarım”

Yılmaz hocanın anlatımına yaklaşamam bile ama gayet eğlenceliydi…

Biraz sözlüklere göz attım, neler yazmışlar diye. Acımasızca eleştirilere gerçekten inanamadım. Vay efendim ilkokuldan halliceymiş de, yok aslında gayet ayrımcı ve politik söylemleri varmış da. He canım he, her şeye bi kulp bulun, gönül verilmiş, iyi niyetle yapılmış her işe çamur atın.

Kimileri KONUŞUR, kimileri YAPAR.

Kimileri-Aynı Yılmaz Hoca ve Medeniyetler korosu üyeleri gibi- üyelik aidatlarıyla İstanbul Çapa Tıp Fakültesinde babası ölmüş iki öğrenciyi okutur ve konser gelirleriyle de 30 yaş altı engellilere tekerlekli sandalye aldırır; kimileri de lairocse, mrslovett, de payens gibi anca bilgisayar başında bık bık eden sözlükçüler gibi uzaktan laf yetiştirir, hayatta bi şeye de el vermez, faydası dokunmaz.

Bu arada hiç beklenmedik konuklar vardı. Bir bakan beklerken, beş bakan gelmiş geceye.

Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış, konuşmasında “en adaletli Hatay’lı” diye espriyi patlatarak Adalet Bakanı Sadullah Ergin’e de gönderme yaptı, Sonra İstanbul ve Hatay Valileri çıktılar sahneye, yetmezmiş gibi Mali Dışişleri Bakanı’nı bile dünya gözüyle 2 metre mesafeden görmüş olduk. Çıkışta siyah elbiseli, telsizli adamların ve makam araçlarının arasından süzülüp evlerimize dağıldık.

Herkes, bir kez olsun izlemeli bu ekibi…

Reklam Pazarlama Zirvesi’13

eskimolarabuzsatarim

Boş vaktim oldukça işinde başarılı olmuş insanları dinlemek üzere bu tip zirvelere katılıyorum. Özellikle İstanbul Üniversitesi İşletme Kulübü çok aktif bu konuda. sürekli bir organizasyon yapma vakti bulan çocuklar, şaşırtıcı.

Açılış konuşmasını ve ilk konuşmanın bir kısmını malesef kaçırdım. Çünkü onlarca sabah içerisinden bir sabah, ben dakikalık hesaplarla ucu ucuna yetişmeyi planlarken metrobüse gittiğimde tır çarptığını öğrendim. Bütün trafik felç olmuştu.

Neyse, apar topar Çalık Holding toplantı salonuna girdiğimde Vodafone pazarlamadan Bilge Çiftçi ve Esra Okuş konuşuyordu. Daha çok pazarlama nedir üzerine konuştular. Ve son 3-4 yıllık vodafone reklam kampanyalarından bazı reklamlar izledik.

Her zaman merak etmişimdir acaba Turkcell aniden “Harlem Shake” ya da “Gangnam Style” moda oldu diye mi o reklamları bir gecede prodüksiyonuyla, ekibiyle, tekniğiyle hazır eder? ya da reklamı yapılacak bir projesini kenarda tutar da youtube’a fenomen olacak bir şarkı ya da olay mı bekler patlatmak için… Tabii bunun cevabını henüz alamadım.

Neyse, önce Şafak Sezer’li “kırmızı” reklamları, sonrasında da BKM oyuncularının ipince esprileriyle bezenen vodafone reklamları. Rekabet çok keskinleşmişti, birbirimize düşmüştük, birbirimizin açıklarını kullanıyorduk, sonra gelen anket ve istatistik sonuçlarıyla müşterileri hatırladık,onların güvenini tekrar kazanmak zor oldu ve sadede gelelim; artık biz de yüzdedoksansekiz çekiyoruz, dediler kısaca.

Ve bence yine en eğlenceli kısım olan interaktif pazarlama ve dijital reklamcılık bölümü geldi. Dijital Youth ajansından Erhan Adsan, beni çocukluk-ergenlik zamanlarıma götürdü.

erhanadsan

Eğlenceli sohbetini fotoğraflarla, daha güncel, eğlenceli bir sunumla taçlandırdı kendileri.Zannediyorum o da bizim nesilden. 90’lardan itibaren iletişimimizdeki gelişmeyi kendisiyle beraber hatırladım yeniden.

İşte okul zamanlarımızın omuz genişliğindeki cep(!) telefonu.

erikson

Sonra tabii 146 muhabbeti.internete ilk giriş çabaları. cırrr vjjj grrrçççç diye bağlanırdı bu, eve gelen çılgın faturayı elimize alır, her ay sonu babayla yüzleşirdik.

ixir reklamı.. o kadar eskimiş ve eskimişim ki…

http://alkislarlayasiyorum.com/icerik/2274/banu-alkan039-li-ixir-reklami

Ve nedense benim hatırlamadığım atari reklamı. “evinize koşun atariyle coşun” sözlerine sahip, sloganı “şimdi sokaklar bomboş” olan reklamda, çocukları evlere tıkmakla övünüyor amcalar.

MIRC, ICQ MSN, yonja derken neyse ki sosyal medyamız şimdi beğenmediğimiz facebook, twitter noktasına kadar geldi. 

Ve viraller. Daha önce izlemediğim bir kaç güpgüzel viral video

Nivea’nın bu viralinde yer almak isterdim…

Bundaysa zannediyorum anında Kezban Hatemi’ye dava açtırırım.

Ve heineken birası içenlere, markanın seksi teşekkürü… şahane ablalar 1 milyon heineken müşterisine sımsıkı sarılıyor.

Bütün bunları Türkiye’de yapsalar başlarına neler gelir acaba?

Sıra Alaaddin’e geldi.

birolozcanliBirol başgan da sanki kendinden öncekiler pazarlamadan bahsetmeyi unutmuş gibi farzedip, anaokulu seviyesinde örneklemeleriyle “pazarlama nedir” sunumunu yaptı. Fena mı oldu? Benim gibi pazarlamanın p’sinden anlamayan ve sıkıcı bulanlar için iyi oldu ama zannediyorum kendisine süresi bildirilmiş olmasına rağmen fazladan 1 değil 5 değil en az 15 slayt hazırlamış.

Bitmedi arkadaş!

Resmen üniversitede almadığım kadar ders gördüm orda… Tabii ki süresizlikten soruları alamadı kendisi.

Bu arada naçizane eleştirimi de yapmadan duramayacağım. Sevgili işletme kulübü, keşke böyle sıkış tıkış saniye saniye keskin bi program yapmak yerine konuşmacı sayısını azaltmalı ya da 2 güne bölmeliydi mevzuyu. Aslında herkesin anlatacak daha çok şeyi ve cevaplayacak sorusu çıkardı eminim.

Yine Coffee Break’te sponsor Arbella’nın üzerinde dumanı tüten standının önünde kuyruk vardı.

Zannediyorum en çok beklenen bölüm buydu. GS Store, Fenerium  ve Kartal Yuvası zincirlerinin Genel müdürleri geldi. Nurettin Kantarelli, Aydın Kirman ve Harun Özdemir iyi adamlar hoş adamlar ama bir Beşiktaş’lı olsam da objektif olarak şunu söylemeden geçemeyeceğim, en çok önemseyerek gelen yine Kartal Yuvası’ndan Harun beydi. Diğer ikisi, kaaveye bi uğrayayım da geleyim düşüncesiyle evden çıkmış gibi (eski kot pantolon vs) özensizken Harun bey çok şık takımı ve kravatıyla jantiliğini ortaya koydu.

Bu arada panel sırasında êskimolarabuzsatarim hashtagiyle bişeyler yazmamızı istediler. Bazı tweetler gayet edepli, oturaklı insanlar tarafından yazılmışken (çook eğlenceli zekice tweetler de döndü arkada) bazıları her zamanki gibi kantarın topuzunu ayarlayamadılar.

“iphone şarjı olan var mı?”

“piston aşağı indi”

“Nurettin beyin göbeğinin üzerindeki düğme isyan ediyor patlamak üzere keh keh”

“siz şikeci değilsiniz de nesiniz lağn”

seviye giderek düştü anlayacağınız ve organizasyondaki çocuk her nasıl bildiyse salonun en arkasına gidip hadsizlerden  birine atarlandı. Sonra projeksiyonu kapattılar zaten.

Ve her takımdan 3er tane forma hediye edilerek bu bölüm de bitti.

Giderek mola vakitleri azaltıldı, sıkış tıkış programdan dolayı ve Simay Alsan’ın bölümü başladı.

Sağolsun o da pazarlama nedir ne değildir kısmına girmeden örneklemelerine geçti, eskiden yeniye bir BMW geçişi izledik. Tabii ki nostaljik olanların gönlümde yeri ayrı olduğundan burada yeniden hatırlamak istediklerim şunlar

caavohiryx1 nostalgiabmw tarihibmw

Ve tabii 2013e doğru über gelişmiş, efendime söyleyeyim yakıtı da en az yakan arabayı üretmişler.

dundenbugunebmw

Süre sıkıntısı nedeniyle Simay hanımın da lafını ağzına tıkadıktan sonra Profilo Pazarlama Müdürü Bahriye Bayraklı Tavukçuoğlu geldi ve Simayhanımın süreyi aşmasına da inceden dokundurarak  konuşmasına başladı. Tabii profilonun annelerle ilgili çektiği reklamlar hepimizi gülümsetti.

Kulağım beni yanıltmadıysa Asuman Dabak’ın sesiyle devleşmiş bi reklam

Ve zamanında beni çok güldürmüş olan bu reklam, yine bütün salonu güldürdüyse demek ki gerçekten iyi iş çıkarmışlar, Anne niçin bana baktın öyle reklamı…

Son olarak, bir teyze dikkatimi çekti bu zirvede. Ben kızını oğlunu falan getirip bıraktı zannettim 50’lerinde bi ev teyzesi, çıkardı ajandasını, sonuna kadar notunu tuttu, bi de sorular yöneltti konuşmacılara. Kimdi hala çok merak ediyorum. Bilen varsa yazsın bana!

Özetle yine yararlı bir etkinlik düzenlemişti İstanbul Üniversitesi.  Bizden sonraki nesil gerçekten çok acaip,  çoğunluğu oluşturan şımarık ergenlikten çıkamamış üniversiteliler,mezuniyetten sonra  meydanı boş buldukları anda, iki katı yaşındaki adamların göbek üstü düğmeleriyle eğlenecek, yersiz zamansız şike geyiği çevirecek kadar gereksiz işlerle uğraşmaya devam ederken. Fakat çok aktif, çok olgun, tam bir yetişkin gibi davranıp bu tip aktivitelerde yer alanlar zannediyorum okulları biter bitmez güzel bir kariyere adım atacaklar diye umuyorum.

Son olarak google’da 2012’de en çok neler aranmış videosunu da izlememek kayıp olurdu. Ben yeni izledim o da ayrı.

http://www.akilli.tv/video/2012-Yilinda-Googleda-En-Cok-Arananlar_670488

Girişimcilik Zirvesi izlenimlerim veya kaşmir keçisine sarılıp nasıl zengin olunur?

etkinlik_istanbul_universitesi_girisimcilik_zirvesi

Bugün, İstanbul Üniversitesi işletme kulübünün düzenlediği “Girişimcilik Zirvesi”ne katılmak üzere Avcılar Kampüsündeydim. Sakarya Üniversitesi’nde böyle etkinlikler bulmak zordur. Öğrenciler dersten kantine, kantinden eve giderdi bizim okulda. Burdaysa öğrenciler gayet aktif olarak bir çok etkinlikler düzenliyorlar. Benim gittiğim sadece bir tanesiymiş. İşletme Fakültesi Oditoryumunda gerçekleşen zirvede Mobilera’nın kurucusu Ferda Kertmelioğlu, Silk&Cashmere kurucusu Ayşen Zamanpur, Markafoni kurucu ortaklarından Tolga Tatari ve Choc’nette kurucu ortaklarından Mehmet Fatih Kacır vardı.

ferdakert (2)

Ferda beyi, sahnede mikrofonla bile herkesin zor duyacağı bir volümde sesi ve inişsiz çıkışsız dümdüz konuşmasıyla dinlemekte zorlandım açıkçası. Kendisi konuşma hazırlamamış, çok kısa kendini tanıtacakmış, soru cevap gitmek daha iyi olurmuş. “Girişimcilik nedir?” diye konu başlığı belirlendikten sonra soru cevap gitmek istemenin mantığını anlamadım açıkçası. Madem öyle panel olarak yazılsa daha iyi olacakmış diye düşünüyorum.

Ayrıca tam tahmin ettiğim gibi “evet soruları alalım” deyince uzuuun bir sessizlik oldu. Sonra bir kaç kişi el kaldırıp sırf sormuş olmak için soru sordu ama zaten izleyicilere mikrofon da verilmediği için arkadakiler olarak onların sohbetlerine pek kulak misafiri olamadık. Bu sıkıcı kısım geçtikten sonra ise, molada Oses Çiğköfte, Redbull, Bien kruvasan ve Arbella Makarnaları sponsorluğu bizi mutlu etti. Kıtlıktan çıkmış gibi her standa aynı anda saldırmaya başlayanlardansa pek bahsedesim yok.

İkinci oturumda çok daha neşeli, enerjisi ve esprili konuşmasıyla kendini dinleten Ayşen Zamanpur vardı. Silk & Cashmere CEO’sunun bir kadın olduğunu ve sıfırdan buralara geldiğini öğrenmek, bir kadın olarak beni daha da şaşırttı, şahane bir durum Türkiye şartlarında.

zamanpuraysen

Zamanpur’un konuşmasına başlarken söylediği ilk şey şu oldu:

“Sağlıklı bir ruh ve sağlıklı bir bedene sahipseniz, ve iyi bir eğitiminiz varsa şanslısınızdır. Ve ben bundan başka bir yerde şans faktörüne inanmam.”

Gerçekten de özellikle Türk’lerin kanına işlemiş bir şeydir bu, Şartları, ekomomiyi, hükûmeti, aileyi, okulu vs suçlamak. Oysa, bunların hepsinin bahane olduğunu zaten kendimize de zaman zaman itiraf ediyoruz.

Tabii, Ayşen hanım da hayata 1-0 önde başlayanlardan olduğunu kabul ediyordur sanırım. Robert College, ardından Boğaziçi Üniversitesi mezunu olduğunu söyleyince salonda şööyle bir dalgalanma oldu. “Zaten ne zaman konu buraya gelse böyle oluyor” dedi :)

Mezuniyetin ardından 6 ay iş aramış ve bazı şirketlerden hiç bir haber gelmediği gibi çoğunlukla başvurularına olumsuz cevaplar almış. Kendi deyimiyle “torpille” Şişecam’a girmiş ve 5 buçuk yıl orda çalışmış. Ardından onu da bendeki “her şeyden sıkılma” huyu dürtmüş ve 5 yıl sonra orada kendini göremediğinden istifa etmiş. 

Yaşıtlarım bilirler, Türkiye’nin ilk alışveriş merkezi Galleria’dır. Bizim çocuk aklımız tamamen oyun merkezi olan Fame City’deyken, büyüklerin de ilgisini çekmiş Galleria. Ayşen hanım, orada bir Benetton mağazası açmış.

“Herkes bana üzülerek baktı. Ailemin, arkadaşlarımın, akrabaların gözünde “vah vah Ayşen ne durumlara düştü bakışını görebiliyordum. Çünkü Boğaziçi’li, kariyeri olan ama esnaflık yapan biriydim onlara göre.”

Ama 7000 şube içerisinde dünya ikincisi olunca işler değişmiş. Luciano Benetton, Türkiye’ye gelip, Ayşen hanımın elini sıkmış. Ardından 7 mağaza daha gelmiş.

Sonra başkalarının ürünlerini sipariş ver-kira, fatura, vergi öde, sat, kazan döngüsü de kısırlaşınca kendi işini, kendi üretimini yapmaya karar vermiş ve kaşmir üzerine yoğunlaşmaya karar vermiş. Eşini önüne katıp işin ana vatanına; Çin’e gitmiş.

kashmirkecisi

“Rusya dağılmıştı, dünya “Çin ne zaman dağılacak?” diye bekliyordu, Çinliler İngilizce bilmiyordu ve ben Benetton mağazalarımızı devredip, Çin devletiyle iş birliği yaptım ; Silk&Cashmere şirketimi kurdum. O zaman iki çocuğum vardı ve 18 saat tren yolculuğuyla Pekin’e kadar gidip, tüm kadınlar evde ya da alışverişteyken keçi ağıllarında en kaliteli ve en ucuz kaşmiri elde etme hesapları yaptım.

Nihayet 93 yılında ilk mağazayı Zürich’te açtım. Ve ilk 5 gün hiç bir satış bilgisi gelmedi. Ve ilk kez o zaman, keşke babamın söylediği gibi doktor olsaydım, dedim. Fakat 5 günün sonunda telefonda çığlık attım, Zürich mağazası, bize bir türlü ulaşamamış, ürünler bitmiş, acil olarak yeni siparişleri bekliyorlardı.”

Şu anda, 160 noktada satılıyor. Kuzey Afrika’dan Çin’e, Azerbaycan’dan Kanada’ya, İngiltere’den Türkiye’ye bir çok şubeleri var.

Bence çok şey öğrenilecek bir başarı hikayesi. Ve Zamanpur’dan bir kaç öğüt:

  • ekonomik durumu, aileyi, eğitimi, hava durumunu bahane etme, bir şeyi çok iste ve onu al.
  • İşiniz ne olursa olsun aklına geldikçe kendine sor; ben ne yapıyorum? küçük detaylara muhakkak dikkat et ama kendine, kariyerine uzaktan bakıp büyük resmi gör.
  • Yapacakların kadar yapamayacaklarını bu yaşlarda belirlemen çok önemli.
  • Hayatta en büyük risk, hiç risk almamaktır, risk alınca başarılı olabilirsin.
  • Bütün paranı bilinmeyene yatırma. Risk de ölçülebilir bir şeydir.

Daha fazlası için, yazdığı “Kaşmir Yolu” kitabı satın alınabilir. Tüm geliri Kagider’e bağışlanıyormuş.

3. Oturumda Tolga Tatari vardı.

tolgatatari (2)

Görüldüğü gibi kendisi pek bir hoş, pek karizmatik :)

Kendimi ciddiyete davet ediyor ve Tolga Tatari bölümünü aktarıyorum.

Tolga bey, eğitim konusunda pek örnek gösterilemeyeceğini söyledi çünkü kendisi 4 kez liseden, 3 kez de üniversiteden atılmış. Okulu sadece askerlik için bitirmiş; 10 yıl sonra…

ilk olarak Bilkent Üniversitesi’ne kaydolmuş ve 18 yaşında bilgisayar parçalarıyla ilgili kurduğu küçük şirket 5 ay sonra batınca İstanbul’a dönmüş ve 19 yaşında Massive Attack, Placebo, Alanis Morisette gibi isimleri Türkiye’ye getirip geniş çapta konserler düzenlemiş. Burası da batmış.

Ufak bir odada kendi kendine yazılım öğrenmeye başlamış ve son okulu Bilgi Üniversitesi’ndeyken evlilik com sitesini kurmuş.

“Türkiye’nin ilk iphone uygulamasını yazdık. Bir çok müşteriye çalıştık ama kendimize ait bir iş fikrimiz olsun istedik hep. Ortaklarımla beraber E-tohum toplantılarından birinde, Fransa’da moda olan -private shopping- kapalı alışveriş kulüplerinden birini kurma fikrini açıkladığımızda kimse bize inanmadı.Çünkü o zamanlar internetten alışveriş yapanların %80’i erkekti ve internette sadece elektronik satılıyordu. Bizse kadın hedef kitleye, giysi, ayakkabı satmayı planlıyorduk

İlk 1 senede 1 milyon üyeye ulaşmışlar. Şimdiyse katlanarak artmış durumda. Ve bana ilginç gelen noktalardan biri ise reklam bütçesi ayırmaya pek ihtiyaç duymamışlar çünkü kulaktan kulağa reklam yoluyla zaten hedeflerine ulaşmışlar. Şu an günde 40 bin ürün satıyorlarmış.

Markafoni grup şirketleri bünyesinde bulunan Türkiye’de markafonicity, Zizigo.com, MissPera.com, PayU ve ucuzu’nda, yurtdışında da Avustralya, Ukrayna, Yunanistan ve Polonya’daki özel alışveriş kulüplerinde hisselerim var.” diyor Tolga Tatari. Eğer soyad benzerliği değilse bu ailenin en sempatik üyesi olsa gerek.

chocnettee

Son kısımda Mehmet Fatih Kacır vardı. Kendisi alışveriş merkezlerinde yutkunarak baktığım çikolata şelalesi fikrini Chocnette markası altında Türkiye’ye getiren kişi.

Yien başarılı bir özgeçmiş sahibi kendisi. 1984 doğumlu, İstanbul Erkek Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesini dereceyle bitirmiş. Zaten okulu bitirdikten 3 gün sonra işlerini kurmuşlar.

Gerçek anlamda ilk deneyimi Choc’nette olmuş. Zeytinburnu Olivium Alışveriş merkezinde 3 ortağıyla açtıkları standda görevli kız işi bırakıp kaçınca üçü durmaya başlamış standda. Şu an tüm alışveriş merkezlerinde standları var.

Belki önyargılı bir görüş olacak ama bence onunki tam olarak sıfırdan zirveye başarılı girişimci hikayesi değil.

Kendisi İstanbul Ak Parti milletvekili Ünal Kaçır’ın oğlu. Yine Boğaziçi’li olan eşiyle nikahlarını İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş kıyıyor, Nikah Şahitleri ise Tayyip Erdoğan, Devlet Bakanı Hayati Yazıcı, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek yapıyor.

“Herşey nasip, kısmet, inşallah” demek çok kolay ama bu, duruma biraz iyimser bir bakış açısı. Bir sürü girişimci hikayesi duyduk dinledik, Hiç batıp çıkmadan, hop diye sermaye bulup, ilk işini tutundurabilmek herkes için mümkün mü? (Keşke “şans” a inanmayan Ayşen hanım da bu son konuşmayı dinleseydi.)

Ayrıca, New York Empire States’in seyir terasında yer alan simulasyon şehir turu fikrinden bahsetti. Yıllar sonra Sapphire alışveriş merkezinin seyir terasını görünce bu Skyride fikri tekrar aklına gelmiş. “Gittik konuştuk, fikri sunduk, hatta 3 boyutlu planladık kabul ettiler.” Sormak isterim, oldu bitti diye kısacık bi cümleye sığacak kadar kolay olur muydu bu iş; AVM’nin sahibi Kiler GYO olmasaydı? Çünkü Vahit Kiler de Ak Parti Milletvekili.

Her şey torpille olmuş, ya da baba parasıyla veliaht olarak şirketin başına geçenlerden biri denemez asla… En başta akademik başarısını görmezden gelemem ama mezuniyetten 3 gün sonra kendi işini kurmak da arkasında destek olacak hiç kimsesi olmayan her öğrenci için o kadar kolay olmazdı.

Dolayısıyla etkileyici başarı hikayeleri, daha çok sıfırdan başlayanlardan çıkıyor. Ve benim bildiğim en önemli başarı hikayesi de Avustralya’da yaşayıp, ülkenin 40 yaş altı zenginleri listesine giren ve ardından genç yaşta vefat eden Yozgat’lı Mustafa İlhan‘ın hikayesidir.

John Ilhan of Crazy John's.